Modern Pakistan bir gecede gökten inmedi; bu güzel, eşsiz coğrafyayı bugünki terörist dolu, sefalet içinde, fesat diktatörlük yuvasına çevirmek için 2 milenyumluk kararlı bir efor sarf edildi.
Milattan önce 2. ve 3. milenyumda Hindistan ve Pakistan topraklarında, zenginliği ve kültürü eski Mısır’a ve Mezopotamya’ya rakip, hatta onları bile geride bırakan İndus Vadisi Krallığı kuruluydu. Krallığın büyük şehirleri, dev tarım merkezleri, sarayları, hamamları ve güzel tapınakları vardı. Şehirlerinde büyük evleri ve gelişmiş kanalizasyon sistemleri bulunan krallığın karmaşık hiyeroglif stili dili arkeologları bugün bile hala şaşırtıyor. Sanatçılar kilden ve bronzdan oldukça güzel eserlerle beraber bakır, porselen ve çeşitli taşlar üzerine kabartmalar yapıyorlardı. Halkın Vedik dini Hinduizm’in atasıydı ve bu dinden kalan öğretiler bugün hala tıbbi ve bitkisel bilgileri için çok değerli sayılıyor.
Derken MÖ 1500’lerde bütün krallık Aryanlar tarafından istila edildi. Güzel günler bitmişti. Sonsuza kadar.
Aryanlar Persliler tarafından fethedildi; Persliler Büyük İskender tarafından fethedildi; İskender’in yerine Selevkoslar geçti; Selevkoslar Mauryalılar tarafından fethedildi; Mauryalılar Baktriyalılar tarafından yıkıldı; Baktriyalılar İskitler tarafından fethedildi; İskitler Partlar tarafından fethedildi; Partlar Kuşhanlar tarafından şutlandı; Kuşhanlar Müslüman Araplar tarafından yıkıldı; Araplar Türkler tarafından fethedildi; Türkler sonunda Britanyalılar tarafından şutlandı; Britanyalılar Persliler tarafından şutlandı; Persliler Afganlar tarafından fethedildi ve Afganlar Sihler tarafından şutlandı.
Görebileceğiniz gibi, Pakistan’da hangi yerli kültür var olduysa, hepsi teker teker yok edildi. Pakistan’ın son 3500 yıldaki en önemli özelliği uğruna yapılan savaşların sıklığı ve vahşiliği oldu.
Sihlerin hakimiyeti ele geçirmesiyle beraber ülkenin modern tarihi gerçek anlamda başlamış oldu. 19. yüzyılın ortalarından itibaren İngilizler ülkeyi fethedip bölgede bir düzen kurabilmek için uğraştılar. 60 sene süren bu efor başarısız oldu.
Daha sonra, yerli halk din tabanlı cephelere ayrıldı. Hakimiyet için uğraşan 3 din Müslümanlık, Hinduizm ve Sihizm’di. (İslam ve Hinduizm’in bir çeşit birleşimi)
Birkaç on sene boyunca Müslümanlar ve Hindular bölgede barış içinde yaşadılar; ama ne var ki Müslümanlar bir şeriat devleti kurma fikrine kapıldılar ve adına Pakistan koydular. 1947 yılında, yeni ülke hem Hindistan’dan hem de İngiltere’den bağımsızlığını kazandı. Bunun üzerine daha fazla tutunamayan İngilizler bölgeden hiçbir altyapı kurmadan ya da destek vermeden ayrıldı. Sonuç geniş bir şiddet dalgası ve Müslümanlarla Hindular arasında çıkan din savaşlarıyla beraber Hindistan ve Pakistan arasındaki siyasi savaştı. 500.000 insan öldü. Milyonlarca Müslüman, Hindistan’dan Pakistan’a kaçtı ve milyonlarca Hindu, Pakistan’dan Hindistan’a kaçtı.
Gelecek 10 yıl boyunca ülke suikastlerle ve isyanlarla sallandı ve Pakistan büyük oranda sıkıyönetimle idare edildi. Ekonomik çöküntü ve siyasi sahtekarlık, iktidarı ele geçirme çatışmalarıyla birleşince işler sürekli daha kötüye gidiyordu. 1950’lerin sonunda bir askeri darbe biraz olsun istikrar getirdi ve 1960’larda yapılan bir anayasayla diktatörlüğün ilan edilmesini takiben yeni bir darbe oldu, ve onu takiben bir anayasayla yeni bir diktatörlük ilan edildi, ve onu takiben yeni bir darbe oldu, ve onu takiben… Neyse, sanırım siz işlerin nasıl yürüdüğünü anladınız.
1972 yılında yapılan bir darbenin ardından iktidara popüler ve zengin bir politikacı olan Zulfikar Ali Butto geldi. Ülkeyi düzene soktu, yeni bir anayasa yaptı, istikrari sağladı ve derken (Ve bahse varım bunun geldiğini görmediniz) yeni bir darbeyle iktidardan indirildi ve idam edildi.
Hindistan ve Pakistan ilk ayrıldığından beri kimi meselelerin tartışılması geçici olarak daha sonraya ertelenmişti. Bu meselelerden biri de Kaşmir adı verilen bölgeydi. İlk baştan itibaren Kaşmir’in Hindistan’a mı yoksa Pakistan’a mı ait olduğu belirsizdi ve bu, bugün bile hala belirsiz.
İki ülke 1960’ların ortalarında Kaşmir için savaşmaya başladı ve asla durmadılar.
1980’lerde Pakistan gerçek misyonunu sonunda buldu. Bütün zamanını karşılıklı kan dökme işine bulaşarak harcamaktansa, karşılıklı kan dökme işine bulaşan diğer ülkelere aracılık yapabilirdi.
ABD, Pakistan’ı Afganistan’daki SSCB’ye karşı yaptığı dolaylı savaşta ileri üs olarak seçti. Pakistan ve Afganistan arasındaki sınırdan para ve silah geçirmesine izin veren Pakistan’a bunun karşılığında cömertçe yardım eden ABD, dönemin askeri diktatörüne de demokratik reformlar yapması için kibarca baskı yaptı. Bu süreç, inatçı diktatörün 1988’de garip ve sebebi asla tatmin edici bir şekilde açıklanamamış bir uçak kazasında ölmesiyle hız kazandı.
Diktatörün garip ve sebebi asla tatmin edici bir şekilde açıklanamamış ölümü darbeden ve yeni hükümetin kurulmasından sonra sağlam bir Amerikan müttefiği olduğunu ispatlayacak olan Benazir Butto’nun iktidar yolunu açtı. Müslüman bir devleti yöneten bir kadın olarak Butto’nun sorunları vardı. Onu öldürmek isteyen bir sürü suikastçi arasında 1993’de Dünya Ticaret Merkezi’ni bombaladıktan sonra Pakistan’a kaçan Remzi Yusuf da bulunuyordu.
Bir terörist başının ülkede olması tesadüf değildi. CIA, büyük oranda denetlenmeyen Pakistan-Afganistan sınırını kullanarak SSCB’ye karşı cihat ilan etmiş olan Arap “gönüllülere” bolca silah ve cephane yollamış; ve eğitim sağlamıştı. Savaşçılar kuzey Pakistan’daki kontrolsüz dağlık bölgeleri hem eğitim hem de ulaşım için kullanmıştı ve Afganistan’da yapılan operasyonun Pakistan’da çok büyük bir üssü vardı. Savaş bittikten sonra gönüllüler eski yaptıklarını yapmaya devam etti.
1988’de Usama Bin Laden Peşaver’de El Kaide’yi kurdu ve Suudi milyoner ülkeyi bulmacaya çeviren finansal ve lojistik bir altyapı yarattı. Bunun yanında El Kaide, Bin Laden’ın belirlediği günü düşmanına karşı ilan edilen cihatta kullanabilmek için Remzi Yusuf ve dayısı Halit Muhammet gibi yerli Pakistanlıları örgüte mensup edip, eğitime aldı.
Ve yeni bir askeri darbe Butto’yu iktidardan indirdi. Aniden, yeni rejim 1998’de başarılı bir nükleer bomba testi gerçekleştiren Hindistan tehdidiyle yüzleşti. Pakistan hemen, başarıyla sonuçlanan kendi nükleer silahlarını üretme çalışmalarına başladı, ve Kaşmir’de o sırada oluşan yeni ve tehlikeli bir hareketlilik insanları “Acaba bu silahları kullanacaklar mı” diye meraklandırdı.
1999’da yepyeni bir darbe, eski darbeyi tahttan indirdi ve Pakistan’ın hükümet döngüsündeki yeni bir tekrarı yönetmesi için bugünki başkan Pervez Müşerref’i iktidara getirdi. Müşerref 11 Eylül saldırısından sonra ABD’nin El Kaide ve Afganistan’a karşı yaptığı hareketi desteklermiş gibi gözükerek kendisine biraz zaman kazandırdı.
Afganistan’daki savaşa rağmen, Pakistan Kaşmir konusunda Hindistan’la yüzleşmeye devam etti. Bu konudaki gerginlik 2002 yılında nükleer savaş endişesi yaratsa da çözüme ulaşmadığı halde biraz yatıştı.
Bin Laden’in ülkede saklandığına dair ısrarlı söylentilerin eşliğinde, Müşerref teröre karşı savaşırmış gibi davranmaya devam etti. El Kaide’nin Pakistan’daki operasyonlarının yavaşladığına dair çok az işaret olsa da, bu süreçte birkaç büyük tutuklanma oldu. Halit Muhammed’in Mart 2003’de tutuklanması bu eforun en üst noktasıydı ve sadece Pakistan medyasında çıkan ve tutuklanmanın aslında yalan olduğunu, Müşerref’in rejimini kamufle etmek için uydurulduğunu iddia eden komplo teorileri tarafından gölgelenmeye çalışıldı.
Bugün Pakistan’ın geleceğiyle ilgili göze çarpan iki önemli konu var. İlk, bir sonraki darbeye ne kadar var? Ve iki, bu istikrarlı darbe devir dayımı Hindistan sınırından gelen 50 megantonluk bir çift bombayla sona erecek mi?
Radyoaktif ölümün göklerden düşmesini beklerken, Türkiye’nin 2, AB’nin 13 katı bebek ölüm oranıyla, sadece %49’u okuma-yazma bilen nüfusuyla, yıllık kişi başına 2600 $ gelirle, yaygın eroin trafiği ve büyüyen köle ticaretiyle Pakistanlılar içme sularına kanalizasyon suyu karışması gibi “günlük, sıradan” olayları yaşamaya devam edecekler.
Aslında bütün suç Aryanların. Bana sorarsanız.
Bir yanıt yazın