Bundan yıllar önce, 80 öncesi siyasi olayların yaşandığı dönemde, Kurtuluş Savaşı gazisi olan dedemin babası, bir berberde, İsmet İnönü hakkında ileri geri konuşan bir genci “Sen nasıl bu ülkeyi kurtaran adama laf atarsın” diye evire çevire dövmüştü. Çünkü o, bu ülke için ölümüne savaşan bir insandı ve silah arkadaşlarının neler yaşadığını gayet iyi biliyordu. Ve onun gibiler de.
Ne zaman İsmet Paşa ve Atatürk’le omuz omuza verip savaşmış nesil öldü, işte o zaman bazı kesimler, vatan sevgisinden ve “gerçek fedakarlıktan” nasibini almamış olanlar Atatürk’e, İsmet Paşa’ya, cumhuriyete ve onun temsil ettiği değerlere saldırmaya başladılar.
Atatürk’ün, İsmet Paşa’nın ve onların yüz binlerce silah arkadaşının kurtardığı ve kurduğu ülkedeki sıcak evlerinde, en değerli hazineleri TV’lerinin önünde, birkaç sene içinde hareketsizlikten ve tıka basa yemekten büyük ihtimal ölümcül bir kriz geçirecek kalplerinin 20 santim altındaki göbeklerini kaşırken sahip oldukları bu olanakları onlara sunmuş insanlara saldırabilirler.
Ama ne İsmet Paşa, ne Atatürk ne de laik-demokratik Türkiye Cumhuriyeti sahipsiz değil, herkes bilsin. Ve ayağını denk alsın.
İsmet Paşa insanlık tarihi boyunca bütün güç elindeyken bunu kendi isteğiyle başkasına devreden, kendi isteğiyle muhalefete geçen ve demokrasiyi getiren tek liderdir. İstese kendisini diktatör ilan edebilir, halkı sömürür, lüks içinde yaşar, kendisine (Bugün ki Kuzey Kore lideri gibi) büyük bir harem kurabilir ve sonra iktidarı çocuklarına bırakabilirdi. Ama yapmadı. O vatanını gerçekten seviyordu.
Bırakın kendisini diktatör ilan edip lüks içinde yaşamayı, tek bir kuruş çalmadı. Çocuklarını olabilecek en kaliteli bir şekilde yetiştirdi ve onlar da mütevazi bir hayat sürdüler ve asla kendi şereflerini gölgeye düşürecek bir şey yapmadılar. Bir de İnönü’den sonra gelen DP, AP, ANAP ve AK-P iktidarının yolsuzlukçu, hırsız, cahil, utanmaz siyasetçilerine bakın. Bugün üniversite bitirmiş pırıl pırıl gençler iş bulamazken Bekir Çoşkun’un deyimiyle Maliye Bakanı’nın yumurtacı, Başbakan’ın gemici ve Cumhurbaşkanı’nın 16 yaşındaki mısırcı çocuklarına bakın. Açıkçası vatanseverlik ve kalite budur.
Ondan sonra gelen hangi siyasetçi onun kadar bilgili, kültürlü, kibar, dürüst, şeffaf, Atatürkçü ve mert? Demirel mi? Menderes mi? Tayyip mi? Atatürk’ün bütün silah arkadaşları devrimlere cephe almışken, hilafeti savunurken, şeriati savunurken her zaman Atatürk’ün yanında olan tek isim İnönü değil miydi?
Kendisiyle çatışan Kazım Karabekir’i önce İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmaktan kurtaran ve sonra meclis başkanı yapan, yine kendisine karşı olan bir sürü ismi daha sonradan itibarlı kılmaya çalışan insancıl bir yön bugün kaç siyasetçide var?
Kendisi yanında sürekli Kuran taşıyacak, her bayramda Pembe Köşk’te Kuran okutacak kadar dindar olduğu halde Demokrat Parti zamanı “Paşam seçim konuşmalarında biraz dinden bahsedin” diye öğütleyen ve sonra bunu yapmayınca kendisine “Oy kaybedeceğiz” diye sitem eden partililere “Allahaısmarladık dedim ya” diyebilecek kadar laik kaç siyasetçi var?
İşte bazı kimi grupların İsmet Paşa hakkında uydurduğu saçma sapan mitler ve onlara cevaplar.
İsmet Paşa Lozan’da Türkiye’yi sattı!
İsmet Paşa Lozan Konferansı sırasında var gücüyle yeni kurulan ülkenin çıkarlarını sonuna kadar savundu ve o bir elçiydi. TBMM’nin elçisi. Yani kafasına göre hiçbir şeye imza atamazdı. Bir şeye imza atmadan önce mutlaka TBMM onayı gerekiyordu. Bütün milletvekillerini oraya getiremeyeceğimize göre Atatürk barışı kazanma görevini, geçmişte savaşı kazanma görevini verdiği adama, en çok güvendiği adama, yani İsmet Paşa’ya emanet etti.
Savaştan yeni çıkmış, fakir ve zayıf bir ülkenin temsilcisi olarak karşısında dünyanın en büyük imparatorluğu, Britanya’yı bulan İsmet Paşa yorulmak bilmeden savaştı. Ve tam 8 ay süren konferans boyunca onlarca sene yaşlandı. İnönü ne dese İngilizler kabul etmiyor ve çok ağır şartlar sunuyorlardı. Öyle ki Amerikan delegasyonunun lideri Joseph Grew İsmet Paşa hakkında bunları yazmıştı:
“İsmet Paşa’ya ecel terleri döktürüyorlardı. Gözlerinin altında derin halkalar belirmiş, saçları dimdik olmuş, tüm gücü tükenmişti. Bütün saldırılara rağmen ayakta durmaya ve karşı koymaya devam ediyordu. Ama geldiği güne göre 10 yıl yaşlanmış görünüyordu”
Sonunda taraflar anlaşamadı ve İngiliz heyeti geri döndü. Ne var ki 1923 Nisan ayında tekrar toplanıldı. 3 ay süren bir sinir savaşı sonucunda Lozan Antlaşması imzalandı. İmzadan hemen önce İnönü, Atatürk’e bir mesaj yollamıştı. Ondan yardım istiyordu ve ne düşündüğünü soruyordu. Atatürk’ün cevabı:
İsmet Paşa Hazretlerine, 18 Temmuz tarihli telgrafnamenizi aldım. Hiç kimsede tereddüt yoktur. Eriştiğiniz başarıyı en bol ve samimi hissiyatımızla tebrik etmek için usulen kanunen imza olunduğunun bildirilmesini bekliyoruz kardeşim. Mustafa Kemal Atatürk, 19 Temmuz 1923
Bu kadar laftan sonra ufak bir hatırlatma: Lozan’ın ilk günü İsmet Paşa salona girdiği sırada gördü ki her ülkenin heyet başkanı için büyük bir koltuk ama Türkiye heyeti için küçük bir koltuk ayrılmıştı. “Koltuk bulamadık” bahanesini duyar duymaz salondan çıktı. Ve koltuk birkaç dakika içinde bulundu.
İşte böyle. Ve işin komik yanı İsmet Paşa’ya en çok düşman olan kesimi, yani dinci kesimi, temsil eden parti AK-P. Hani şu Avrupa’ya ve Amerika’ya olabilecek en berbat tavizleri veren, önlerinde koyun gibi eğilen, koca bir milleti onurdan yoksun bırakan adamın, yani Kaddafi önünde neredeyse diz çöken Erbakan’ın belediye başkanlığını yapmış olan adamın kurduğu parti.
Aradaki farka dikkat edebiliyor musunuz? Ne günlere kaldık Ey Gazi Hünkar. Eşek vezir oldu, katır mühürdar :)
İsmet Paşa döneminde halk fakirlikten kıvranıyordu!
Aslına bakarsanız Türk milleti son 300 yıldır fakirlikten kıvranıyor. 1930’lu yıllarda bile İzmir sokaklarında açlıktan ölen insanlar vardı ve bugün bile halkın %20’si yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Ve unutulmaması gereken bir şey daha var ki İsmet Paşa döneminde 2. Dünya Savaşı vardı. Bu size bir anlam ifade ediyor mu? Savaş! Bütün dünyayı kasıp kavuran bir savaş, ve o dönemde yoksulluğun olması ve ekmeğin karneyle dağıtılması oldukça normal. Öyle ki tütüne zam gelince İsmet Paşa, kendisi, sigarayı bıraktı. Dünyanın en güçlü ülkeleri bile o dönemde ekmeği karneyle dağıtıyordu. İsmet Paşa, savaşan ülkelere maden satıp DP iktidarına oldukça büyük bir hazine bırakmıştı ve enflasyon yok denecek kadar azdı. Ama DP o hazineyi çarçur etti, ekonomiyi bozdu, dış borçlanmaya gitti, enflasyon başladı ve bugünlere geldik.
İsmet Paşa, bizi 2. Dünya Savaşına sokmayarak zarara uğrattı!
Bazı manyaklar (Büyük ihtimal forumlarda imza olarak Polat Alemdar resimlerini kullananlar) eğer Türkiye müttefiklerin yanında 2. Dünya Savaşı’na girseydi, savaş kazanıldığında Musul, Kerkük ve 12 Adalar’ın bize verilebileceğini söylüyor. Peki ya savaş kazanılmasaydı? Yani, ya biz kaybeden tarafta olsaydık? Sonuçta bunu söyleyenler savaş bitip, sonuç belli olduktan sonra söylüyor. O zaman belki de bugün Türkiye filan olmayacaktı. 1. Dünya Savaşı’na aynı mantıkla girip koskoca bir imparatorluğun kaybedilmesine tanık olmuş bir insanın o savaşa girmesi mümkün mü?
Bunun yanında müttefiklerin yanında savaşa girseydik ve kazansaydık bile Naziler zaten Trakya sınırına dayanmıştı. Bize saldırsalardı, tankları, motorize piyadeleri ve Blitzkrieg stratejileriyle Türkiye’yi kısa sürede boydan boya katederlerdi. Tabi, her şeyi yakıp yıkarak. Yani bize savaşı kazanmış ama enkaz halinde bir ülke kalırdı.
Hepsini geçtim, savaşı kazansak bile vereceğimiz yüz binlerce şehit olacaktı. Bugün 10 tane askerimiz şehit olunca nasıl üzülüyoruz. Bu yüz binlerce şehidin aileleri, çocukları ve geride bıraktığı milyonlarca insan olacaktı. Kimi insanlar bunları düşünmüyor. Ve Atatürk’ün bu sözünü hatırlayın:
Harp zorunlu ve kaçınılmaz olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeyle karşı karşıya kalmadıkça harp bir cinayettir. – Mustafa Kemal Atatürk
2. Dünya Savaşı sırasında hiçbir zaman Türkiye sınırlarına göz dikilmedi. Ne Almanya ne de bir başka ülke Türkiye’ye saldırmadı. Yani milletin hayatı tehlikede değildi. Yani kimse bize kast etmiyordu. Böyle bir durumda iki karış toprak kazanmak için savaşa girmek Atatürk’ün deyimiyle cinayet olurdu. İsmet Paşa cinayet işlemedi.
Ama ne var ki 1945’in son aylarında Rus Dışişleri Bakanı Molotov bize geldi ve 1921 yılında yapılan Moskova Antlaşması’nın Sovyetler Birliği’nin çok zayıf bir döneminde yapıldığını, bu yüzden haksızlık içerdiğini ve değiştirilmesi gerektiğini söyledi. SSCB bizden Boğazlarda üs ve bunun yanında Kars ve Ardahan’ı istiyordu. Yani toprağımızı!
İş berbattı. Çünkü Sovyetler Birliği o sırada dünyanın en güçlü ve büyük kara ordusuna sahipti. Ona karşı koyabilecek iki güç, ABD ve İngiltere, Sovyetlerin müttefiğiydi. Üstelik Pasifik’te Japonya hala teslim olmamış ve ABD, Sovyetlerin de Japonya’ya savaş ilan etmesi için baskı yapıyordu. Kısaca bizi Sovyetlere karşı savunacak hiçbir güç yoktu. Bize saldırsalar, teke tek kalacaktık.
Ama buna rağmen İsmet Paşa kararlılıkla gerekirse ölene kadar savaşılacağını ama asla toprak veya üs vermeyeceğini belirtti. Zaten yapılması gereken de buydu.
İsmet Paşa 12 Adaları verdi!
12 Adalar Osmanlı yönetimindeyken, Trablusgarb Savaşı sonunda tamamen İtalyan denetimine geçmişti. 1. Dünya Savaşı’nın sonunda galip sayılan İtalyanlarla yaptığımız Lozan Antlaşmasıyla bu adalar İtalya’ya bırakıldı. 2. Dünya Savaşı sırasında İtalya, Almanya ile müttefik olmuş ve İngiltere’ye savaş ilan etmişti. İngilizler 12 Adaları İtalyanların elinden aldı. İtalya Arnavutluk üzerinden Yunanistan’a saldırdı ama Yunanlılar İtalyanları geri püskürtünce Hitler yardım etmek zorunda kaldı ve Yunanistan’ı, daha sonra da 12 Adaları işgal etti. Savaşı İngilizler ve müttefikler kazanınca 12 Adalar’ın savaşta Alman işgaline uğrayıp, zarar gören Yunanistan’a verilmesi kararlaştırıldı. Yani İsmet Paşa 12 Adaları kimseye vermedi!
İsmet Paşa Azerileri Sovyetlere teslim etti!
Cumhuriyete, Atatürk’e ve İsmet Paşa’ya saldıran İslamcı tayfa, Kemalizmi kötülemek için bu iftirayı atıyorlar. Ve İsmet Paşa’ya düşman kesimler de okuyup araştırmadan inanıyor. Olayı kendi kafalarına göre yorumluyorlar. Tarihte Boraltan katliamı olarak geçen olayın aslı şu:
Yıl 1945.. Almanya yenilmiş. Dünyanın en büyük kara ordusu SSCB’nin elinde. Ve SSCB’yi yenebilecek tek güç ABD ise onun müttefiği.. Ve bu durumda ne oluyor biliyor musunuz?
Stalin Türkiye’ye geliyor ve “Bize Kars ve Ardahan’ı vereceksiniz, ayrıca boğazlarda üs açacaksınız” diyor. Yani bizden toprak istiyor!
İsmet Paşa tabi ki bu öneriyi reddediyor. Ama Stalin kararlı. Emrinde dünyanın en güçlü kara ordusu var. Savaşı çıkarmak ve Türkiye’yi işgal etmek için sadece bir bahane arıyor.
Tam o sırada, bir grup Azeri Türk’ü, SSCB’den kaçıp Türkiye’ye sığınır. Sayıları konusunda rivayetler var. Kimisi 120 diyor, kimisi 150, kimisi 145 ve bir başka grup da 470’e kadar çıkarıyor.
SSCB bu kaçan Azerileri geri istiyor ve Türkiye hükümeti de onları SSCB’ye iade ediyor.
Cumhuriyet düşmanları bu olayı sürekli anlatıp duruyorlar.. Öylesine yüzsüzler ki gerçekleri anlatmak işlerine gelmiyor.
Söylediğim gibi Stalin Türkiye’ye saldırmak için bahane arıyor. Ve Türkiye’ye sığınan o Azeriler “Sovyet vatandaşı”.. Ve uluslararası antlaşmalara göre Sovyet vatandaşlarını SSCB’ye teslim etmek ZO-RUN-DA-SIN.. Eğer bunu yapmazsan adamlar bahane olarak kullanıp savaş açabilir.
Şimdi siz olsanız ne yaparsınız? Azerileri SSCB’ye teslim etmeyip, olası bir savaşı göze mi alırsınız? Üstelik bu savaş büyük ihtimal Türkiye’nin işgali ve ülkede kukla bir komünist rejim kurulmasıyla sonuçlanacak..
Yoksa onları teslim mi edersiniz?
Olayın aslı budur. İsmet Paşa, olası bir savaş riskine karşılık tansiyonu artırmamak ve savaş çıkarabilecek bir kıvılcım yaratmamak için MECBUREN Azerileri iade etmiştir…
AYNI İsmet Paşa, 1941 yılında Avrupa’nın her yerine Alman bayrakları dalgalanırken Türkiye’ye sığınan Yahudileri de MECBUREN kabul etmemiş ve Türkiye’de kalmalarına izin vermemiştir. Bunun üzerine Karadeniz’e açılan Yahudi gemisi bir Rus denizaltısından atılan torpille barmış ve 750’den fazla Yahudi hayatını kaybetmişti.
Bu nedenle de komünistler İsmet Paşa’ya saldırır. Tabi İsmet Paşa Yahudileri kabul etsin, Almanya’yla arasını bozsun, Almanlar Türkiye’ye saldırsın. Sıcak evinde bilgisayar başında gevezelik eden adamın umrunda mı?
İsmet Paşa ezanı Türkçe yaptırdı.
İlk defa 1931 yılının sonlarında Atatürk’ün emriyle ezanın ve Kuran’ın Türkçeleştirilmesine başlandı. Ve ilk Türkçe ezan 30 Ocak 1932 yılında Fatih Camii’nde Hafız Rıfat Bey tarafından okundu. Daha sonra ezanın Türkçe metni yurdun dört bir yanına gönderildi ve 4 Şubat 1933 yılında tüm müftülüklere ezanın Türkçe okunması ve buna uymayanların cezalandırılması emredildi. Bu uygulama 16 Haziran 1950 yılında yeni iktidar Demokrat Parti tarafından sona erdirildi.
Kısaca ezan Atatürk yaşarken ve onun emriyle Türkçe okunmaya başlandı. Eğer Atatürk bu işe onay vermeseydi hiç kimse ezanı Türkçe okutamazdı.
Atatürk’ün Balıkesir’de, 1923 yılında söylediği bir sözü aktarıyorum:
“Minberler halkın beyinleri, vicdanları için bir iyilik ve doğruluk kaynağı, bir aydınlanma kaynağı olmuştur. Böyle olabilmek için minberlerden yankılanacak olan sözlerin bilinmesi, anlaşılması ve sanat ve ilmin gerçeklerine uygun olması gerekmektedir”
Kısaca İsmet Paşa’yı suçlamak istiyorlar ama aslında onlar da biliyor ki bu uygulamayı yapan Atatürk. Ama ona saldırmaya güçleri yetmiyor. Hem Atatürk’e saldırmak başlarına bela olur, hem de neden Atatürk’ü kolayca oy alabilmek için kullanmak varken karşılarına alsınlar? Ama onların asıl hedefleri Cumhuriyet ve daha da önemlisi laiklik. Onlar bu ülkeyi kurup laikliği getirenlerin din hakkındaki düşüncelerini gayet iyi biliyor.
İsmet Paşa vatanseverleri yargıladı ve hapise attırdı
Türkiye’deki kimi milliyetçi kesimler Türkçülük-Turancılık davası nedeniyle İnönü’den nefret ederler.
İkinci Dünya Savaşı sırasında bir tarafta komünizm ve bir tarafta faşizm savaşıyordu. Ve dünyadaki birçok ülkede bu düşüncelerin insanları rüzgarı arkalarına alarak ülkelerinde düşüncelerine uygun rejimler kurup savaşa girmek istiyordu. İşte yargılanan bu elemanlar da Türkiye’nin Almanya yanında savaşa girmesi ve Türkiye’de faşist bir rejim kurulması için ortalığı galeyana getiriyordu.
Aşırı uç rejimlere sadece umutsuz, cahil, aptal ve hayattan tatmin olamamış insanlar itibar eder. Çünkü aşırı uçtaki insanlar, umutsuzluk içinde, kendilerine vaat edilen her şeye kolaylıkla inanır ve fanatikleşir; fakat ne var ki onları kandıran politikacılar şahtekardır. Genelde insanların milli ve dini duygularıyla oynayıp kolay yoldan güç elde etmek isterler.
Bu tür insanlar ülkenin iyiliği için tek çıkar yolu kendi düşünceleri sansalar da aslında bir grup beyinsizden başka kimse değiller ve bu ideolojiler de her zaman hem kendi ülkelerine hem de insanlığa felaket getirmiştir. Örnek istiyorsanız Nazi Almanyası’na, komünist ülkelere veya şeriat ülkelerine bakabilirsiniz. Ya da şu an dünyanın her yerinde faşistlerin ve aşırı solcuların nasıl şiddet meraklısı olduğunu gözünüzün önüne getirin.
Kısaca İsmet Paşa doğru olanı yaptı. Kendi kafalarına ülkeye iyilik etmek isteyen ama aslında ülkeye en büyük kötülüklerini yaptıklarının farkında olamayan kapasitesizlere hak ettiği cezayı verdi. Ülkenin iyiliği için de bu gerekiyordu
Unutmadan belirtmeliyim ki davada yargılanan bir numaralı adam Nihal Atsız azılı bir Atatürk ve cumhuriyet düşmanıdır. Pek çok yazısında Atatürk’e ağza alınmayacak hakaretler eder. Yazdığı hatıra kitabıyla Atatürk’e en aşağılık iftiraları atan Rıza Nur’un manevi oğludur. Yazdığı “Dalkavuklar Gecesi” isimli kitapta Atatürk’e ayyaş ve gaddar bir diktatör olarak resmetmiştir. Örneğin eşine yazdığı mektupta aynen şöyle diyor:
Biz bu savaşta yenilirsek bunun en büyük iki mesulü birinci ve ikinci Cumhurreislerdir. Birincisi memlekete saçtığı ahlaksızlıkla, ikincisi korkaklığı ile buna sebep olacaklardır. Birincisi on beş yıl Cumhurreisliği ettiği halde orduyu imhal etti. İnkilap hastalığına uğramış bir çılgındı. Etrafına ahlaksız insanları toplamış ve onların memleketi soymalarına göz yummuştur. İkincisi on beş yıldan birincinin mesuliyetlerine tamamen iştirak ettiği için suçludur. Ve İtalya’dan korkacak kadar korkak bir adamdır. Birincisi şuursuzdur. İkincisi ahmaktır. İkisinin de müşterek vasfı hilekarlıklarıdır. Millet Meclisi diye topladıkları satılmışlar meclisi ile kendi riyasetlerine meşru bir şekil vermek istemişlerdir. Fakat bunu dünyaya yutturuyoruz sanacak kadar gaflet göstermişlerdir. Ben, pek iyi bilirsin ki, Cumhuriyet rejimi için en ufak rahatımı bile feda etmem. Okullarda oğlumuza yapılacak Cumhuriyet propagandasını bütün varlığınla önlemelisin. Oğlumuz nerede ve ne şekilde olursa olsun Cumhuriyetin pespayelik rejimi olduğunu öğrenmelidir. Nihal Atsız (Suver, Akkan, Nihal Atsız, (1979) Su Yayınları, s:63 – TBMM tutanakları, 3 Mart 1962)
Bunun yanı sıra bazı sözleri:
Türkiye cumhuriyeti 1950 Mayısında kurulmuştur. Ondan önceki 1923-1950 çağı gayrı meşru ve müstebit bir diktatörlük zamanıdır. Diktatörlüğü yapan Halk Partisi, bilhassa onun ileri gelenleridir. Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Müstakil Gurup gibi maskaralıklarla milletin ve dünyanın gözünü boyamaya kalkan ve boyadık zannedecek kadar da zekâdan mahrum olan bu partinin yaptığı kanunlar kanun olmak vasfına haiz değildir. Çünkü kanunları, millet tarafından namuslu seçimlerle seçilen millet meclisleri yapar. Halbuki birinci ve sonuncusu müstesna, Millet Meclisleri namuslu seçimlerle değil; tehditler, dalavereler ve emirlerle tâyin edilmiştir. Orkun, 1 Aralık 1950, Sayı: 9
Yurtta barış, cihanda barış yahut kimsenin bir karış toprağında gözümüz yok gibi SEFİLANE bir siyasî umde ile bu milletin manevî enerjisini bilerek veya bilmeyerek söndürenler (…) hiç şüphesiz Türk birliğini tamamlamak yolunda bir adım atamazlardı. Orkun, 17 Kasım 1950, Sayı:7.
Anayasadan sonra en mühim iki kanun olan medenî kanun ve ceza kanunu da Türk örf ve ahlâkından çıkarılarak yeniden tedvin edilmelidir. İsviçre’den medenî kanun, İtalya’dan ceza kanunu tercüme edilmekle Türk topluluğunun çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkacağını sanmak da yine gayrı meşru diktatörlük rejimine mahsus zekâ hârikalarında biri idi. Hakkâri’deki çobanı hukuku medeniyeden iskat etmekle veya Orta Anadolu köylüsünün iki zevcesinden birini hukuken metres tanımakla Türk milletini İsviçre ayarında bir topluluk yaptık sananlar cihan tarihinin emsalsiz budalaları, Türk ahlâkının da en sinsi düşmanlarıdır. Orkun, 8 Aralık 1950, Sayı: 10, TÜRKİYE’NİN TÜRKLEŞMESİ
İsmet Paşa, Milli Şef olduktan sonra paraya kendi resimlerini bastırdı.
Bu doğru; ama neden böyle bir şey yapıldı?
1925 yılında bir yasa çıkarıldı: 30 Aralık 1925 tarihli 701 sayılı yasa ve 16 Mart 1926 tarihli 3322 sayılı kararname ile 50, 100, 500 ve 1.000 liralık banknotların ön yüzlerinde reis-i cumhur hazretlerinin resminin bulunması kararı alınmıştır.
BU YASANIN ALTINDA ATATÜRK’ÜN ve tüm TBMM’nin imzası vardı.
Yani yasa diyor ki: CUMHURBAŞKANI KİMSE PARANIN ARKASINDA ONUN RESMİ OLUR..
Atatürk vefat ettikten sonra İsmet Paşa cumhurbaşkanı seçildiği için doğal olarak onun resmi basıldı. Bir başkası seçilse onun resmi basılacaktı.
İncelerseniz Türk tarihi boyunca her yeni padişah tahta çıkınca adına hutbe okutur ve PARA BASTIRIRDI. Yani bu bir devlet geleneğiydi. İsmet Paşa da hiçbir kötü niyeti olmadan bunu uyguladı. Üstelik Atatürk resimli paralar da çöpe atılmadı. Daha sonra İsmet Paşa bu uygulamaya son verdi ve paralar tekrar Atatürk resmiyle basılmaya başlandı. Bunların yanında İnönü “Atatürk öldü, ama yeri boş kalmadı, hala devlet var, ben varım, işte ispatı” demeye çalışıyordu.
Daha sonra Atatürk’ün devrimlerini yerle bir eden Demokrat Parti’nin “Atatürkçü” gözükmek için çıkardığı sahte bir yasayla tüm paralara Atatürk resmi konması kararlaştırıldı.
İnönü Savaşları basit birer keşif saldırısıydı ve İnönü tarafından kendisini yüceltmek için sonradan uyduruldu
Internetteki kısa bir yazıyı aynen aktarıyorum: “1950 sonrası başlayan ve günümüze doğru uzanan red ve inkarlar devri önce İnönü savaşlarını belleklerinden silmenin uğraşısını verir. Sonra da sıra Kurtuluş döneminin tamamını küçültme aşamasına vardırılır. Mütareke basınına eşdeğer kalemler elli yıldır sahnelerinden inmezler. Bu satırların yazarının babası, bir zamanlar İnönü Savaşlarının yapıldığı İlçenin “Zafer Okulu” Müdürüdür. Gözlemleri capcanlıdır. İnönü İlçesinin dağ sırtları ise Bozüyük’e doğru sıra sıra şehitlerle doludur. Sadece İkinci inönü savaşında 1493 şehit ve 2740 Gazi vardır. Emperyalist ordunun ise geride bıraktığı 16.000 kayıp 200 tutsaktır. İnönü meydanından İnegöl Ovasına uzanan bir hat bu savaşın izleriyle doludur. Nazım Hikmet’in mısraları bir gözlemi son derece gerçekçi bir dille anlatır:
“İnönü meydanı, yavrum,
Rüzgâr, soğuklar insanı arı gibi haşlıyor.
Zemheriler bitti diyelim,
Hamsin ya başladı, ya başlıyor.
Muharebe beş gün beş gece sürdü.
Kan gövdeyi götürdü.
Ve nihayetinde
Kaçarlarken, yavrum,
Köyleri, köprüleri yaktılar…
İnönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu”
Atatürk, İsmet Paşa’yı sevmezdi.
Tek bir kelimesine bile inanmayın. Kafkas cephesinde geçirdikleri 1 yılın sonunda Atatürk, İsmet Paşa’nın siciline aynen şunları yazmıştı:
“Ciddi, faal, gayet fatin (akıllı) ve yüksek fikirli. Doğru ve tereddütsüz karar sahibi. Pek mükemmel bir ahlaka sahip. Orduda ve memlekette kendisinden büyük hizmetler beklerim”
Milli Mücadele başladığı zaman İsmet Paşa’yı çağıran yine Atatürk’ün kendisiydi. Meclis kurulduğu sırada onca general arasından, 36 yaşında ve albay olan İsmet Paşa “Genelkurmay Başkanı” seçildi. Yani Atatürk, İsmet Paşa’yı kurtarıcı orduyu kurmakla görevlendirmişti. Ülke kurtarıldıktan hemen sonra ise Lozan Antlaşması’nda Türkiye’yi temsil etmek gibi inanılmaz zor bir görev için Atatürk’ün gönderdiği adam yine İnönü’ydü. Ve Lozan’dan sonra, Atatürk’ün başbakanlık için en çok güvendiği adam İsmet Paşa olacaktı. Öyle ki 1923’den 1938 yılına kadar, 15 ay hariç, tam 14 sene boyunca başbakan kaldı.
Evet; son yıllarda Atatürk ve İnönü arasında anlaşmazlıklar çıktı. Çünkü İnönü katı bir devletçilik anlayışını savunuyor, Atatürk’se daha liberal bir ekonomik anlayışla ekonominin düzeltilebileceğine inanıyordu. Tartışmalardan sonra İnönü başbakanlıktan ayrıldı ve yerine Celal Bayar geçti. Derken bir gün Atatürk ve İnönü bir trende karşılaştı. İnönü ufak bir kağıda şunu yazdı: “Bana dargın mısın?”. Atatürk kağıdı aldı ve kağıda aynen şunu ekledi: “Sana dargın olabilir miyim?”
Bütün bunların yanında, Atatürk Çankaya’da dil devrimi konuşulurken bir kağıda şunları yazmıştı: “Müşküllerinizin halinde daima Başvekil İsmet Paşa’ya müracaat edeceksiniz, başka kimseye değil. Çünkü her büyük işin ehli ve faili olduğu gibi, bu işin de yüksek amili İsmet Paşa’dır”
Ve size duygusal bir hikaye: Mecliste ilk cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra sayım yapıldığında tüm oyların Atatürk’e verildiği görüldü. Bir tanesi hariç. O bir tek oy İsmet İnönü’ye verilmişti ve o oyu veren milletvekilinin adı Mustafa Kemal’di.
Son olarak, isterseniz, bu yüzsüz yalana en güzel cevabı bir tartışmanın ardından küstükten sonra gönderdiği mektupla Atatürk kendisi versin:
“İsmet, büyük adamsın; hassas olduğun kadar his veren adamsın. Sen benim sözlerimi okurken gözlerin yaşarmış; ya ben seni okurken hıçkırıklarla ağladığımı söylesem, inanır mısın?
Bu duygularımı sofrada değil, kimsenin yanında değil, yatak odama çekildikten sonra mahremimle yazıyorum. Sen beni muhakkak çok seviyorsun. Ya ben seni? Buna cevap istemem. Gözlerinden öperim.” 6 Ağustos 1933
Sabiha Gökçen’in kitabında yazanları ise size direkt olarak aktarıyorum. Daha fazla söze gerek yok:
Anlatan: Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen.. İlk kadın pilot…
“Atatürk’ün hastalığı boyunca içinde bir ağıt vardı; İnönü ağıtı.. kardeşi kadar, kardeşinden de çok sevdiği, devrim arkadaşı, cumhuriyetin temel ilkelerine en sadık devlet adamı İsmet İnönü için yüreğinde bir ağıt yakmıştı.
Tarihi bir gerçeği burada anlatmaktan kaçınmayacağım. Kim ne derse desin, kim nasıl işine geliyorsa öyle söylesin işte Allah tanığımdır ki ben tüm bildiklerimi, en küçük bir sapmaya meydan vermeden burada kamuoyuna bir kez daha içerim yanarak açıklıyorum.
Atatürk’te İsmet İnönü sevgisi ne ise, İsmet İnönü’de de Atatürk sevgisi o idi. İkisinin de yürekleri birbiri için çarpıyor, ikisinin de damarlarındaki kan birbirleri için akıyordu. Ben yaşamım süresince ne Atatürk’ten İnönü aleyhinde bir söz, ne de İnönü’den Atatürk hakkında ters bir kelime işitmedim birbirlerinden sadece sevgi ve saygıyla bahsederlerdi.
İnönü’yü göremediği için üzgündü Atatürk. Hele böyle yatağından çıkamadığı günlerde dudaklarından hep “İnönü nerede? İnönü ne yapıyor? Durumu ne? “ sözleri düşmüyordu.
Bu sıralarda benim Türkkuşu’nda ki başöğretmenlik görevim devam ediyor ama Atatürk’ün hastalığı nedeniyle görevime devam edemiyordum. Atatürk her hafta mutlaka Ankara’ya gitmemi hem türkkuşu’na uğramamı hem de İsmet İnönü’yü görerek sağlığı hakkında bilgi getirmemi istiyordu.”
Bir gün Tevfik Rüştü Aras bey Ata’yı ziyarete ve bazı konularda bilgi vermeye gelmişti. Atatürk bir ara kendisine sordu: Tevfik Rüştü bey, İsmet Paşa’dan ne haber? Bu kadar hasta olduğumu bilmiyor mu? Neden beni arayıp sormuyor kuzum?
Tevfik rüştü bey bir süre düşündükten sonra; paşam zannedersem sayın İnönü de biraz rahatsızlar.
Atatürk’ün kaşları çatıldı. “İsmet rahatsız mı?”
“Öyle diyorlar paşam”
Atatürk Ankara’ya döndüğünde durumu hakkında daha fazla bilgi verilmesini rica etti..
Tevfik rüştü bey iki gün sonra tekrar geldiğinde Ata’ya şu bilgiyi verdi;
Efendim emrettiğiniz gibi sayın İnönü’nün rahatsızlığı ile ilgilendim. Kendileri maalesef safra keselerinden rahatsızlar..hemde çok fazla..
“yani?”
“Doktorların ifadelerine bakılırsa safra kesesi bitmiş. Bana verilen bilgiye göre paşa’nın safra kesesi ömrünü tüketmiş. Tevfik rüştü bey odadan çıktıktan sonra Atatürk bana dönerek; gördün mü ismet’in başına geleni Gökçen dedi. Senden Ankara’ya gittiğinde kendisiyle görüşmeni rica edeceğim. Git gözünle gör durumunu. Bir isteği olup olmadığını sor. Bunu bizzat benim öğrenmek istediğimi de kendisine söyle. Ayrıca benimde çok güç günler yaşadığımı izah et kendisine..
O günlerden sonra Ankara’ya ilk gidişimde Ata’nın sağlık durumunun yavaş yavaş ağırlaştığını söyledim ismet İnönü’ye gerçi onunda haberi vardı ama benden duyunca daha da üzüldü. Oturduğu yere çökerek “yaşaman lazım” diye mırıldandı. “daha çok genç” hem ülkesi hem halkı, hem kendisi için daha çok uzun yıllar yaşaması lazım. Onsuz bir Türkiye onsuz bir dünya.
SONRASINDA Atatürk’ün mirasındaki 5. madde şuydu:
5. İsmet İnönü’nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için(tamamlaması için) muhtaç oldukları yardım yapılacaktır.
Kanımca Atatürk bu maddeyi İnönü’nün ölüm derecesinde rahatsız olduğu söylendikten sonra düşünerek yazmıştır. Zira ismet Paşa’dan bahsederken; çok namuslu bir devlet adamı, şerefli bir askerdir. Parası falan da yoktur. Başına bir şey gelecek olsa eşi ,çoluk çocuğu güç durumda kalır..
(SABİHA GÖKÇEN-ATATÜRK’ÜN İZİNDE BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ)
GencOsman says
Aynen katiliyorum son dönem yunan atiklari iktidarin devsirmeleri müslüMallar ipsiz sapsiz iftiralar icindeler venizelosun enikleri :)